Burası Radyo Şarampol
by Şükran Yiğit
Burası Radyo Şarampol nostalji ve müzik sevenlerin keyifle okuyacağını düşündüğüm bir roman. Hele ki 60,70 çocukları eminim çok daha başka bir tat alacaktır. Tabi ki geriye kalanlarımız için de nostaljik detaylar barındırmıyor ve keyif vermiyor değil. Sadece dönemi yaşamış olanların daha fazla aşinalık hissedeceği kesin.
Roman iki bölümden oluşuyor: Elif’in 14 yaşındaki hayatı ve Elif Berlin’e taşındıktan sonra ki dönem. İlk bölüm boyunca Antalya Şarampol mahallesinde yaşayan 14 yaşındaki Elif’in çekirdek ailesi ve yaşadığı mahalle sınırlarında dolanıyoruz. Ergenliğe geçiş sancısı, komşuluk ilişkileri, aile içi sorunlar, arkadaşlık, aşk, terkedilme ve terk etme ekseninde dolanıyor ilk bölüm. Bütün bunları dönemin politik olaylarını zemin almış bir hikaye üzerinden okuyoruz.
Benim en sevdiğim kısım kitabın ilk yarısıydı. Hem kendime hem Türkiye’ye dair güzel detaylar yakaladığım, okurken kendi anılarımın arasında da dolaştığım için sanırım. Mesela Filiz’in çocukluk dönemi obsesyonlarını ve korkularını kendiminkilere çok benzettim. Herkes mi o yaşlarda biraz böyleydi acaba? Ya da belki de evlerinde yolunda gitmeyen bir şeyler olan çocuklar bu takıntıların hayatı düzene sokma, her şey yolunda gibi hissettirme illüzyonunu mu sevdiler acaba?
İkinci bölüm ise duygu olarak çok içine giremedim, Elif’in hiçbir yere ait olamama ve göçmenlik hissiyatı ile boğuştuğu kısımlara tutunarak devam ettim daha çok diyebilirim. Subjektif olarak bakarsam bunun üç temel sebebi var: İlki bu bölümün ağırlıklı olarak dönemin müzik dünyasından bahsediyor olması ki spesifik şarkıların karakterlerde yarattığı duygusal etkiyi içselleştiremedim. İkincisi Berlin Duvarı’nın karakter, çevresi ve onların hayatlarında yarattığı etki benim yine çok içselleştiremediğim bir konuydu. Üçüncüsü bu kısımda karakterin duygusal dünyasından daha uzak hissettim ve aramızdaki bağı kaybettim sanırım. Tabi eğer benim için kitaba mesafe koyan sebeplerin sizin hayatınızda bir karşılığı varsa kitap sizin için çok daha keyifli olacaktır eminim.
Karakterler Antalya şivesi ile konuşmasına rağmen kitabın dili çok sade ve anlaşılır. Yine de elinize alıp tek oturuşta okumalık değil de sanki daha çok sizi vuran küçük anlarda durup soluklanmalık bir deneyim.
Beni kalbimden vuran bazı alıntılardan ilerlemek istiyorum biraz:
O gülümsemenin, gidebilmenin bazen hesaplaşmakla değil, bizzat bağışlamakla mümkün olduğu anlamına geldiğini yıllar sonra anlayacaktım.
Sanırım bu cümlenin kendinde bir karşılık bulmayacağı nadir insan vardır.
Bir sigara içim kadar kısa fakat beni hep dönecek bir yerim olduğuna inandıracak kadar uzun…
Çabasız anların ya da rutinlerin insanda bıraktığı güven hissi üzerine.
Hayatımda; gerçek hayatımda bazı insanların zaman ve hacim olarak bu kadar az yer kaplamasına rağmen neden varlıklarını zihinsel hayatımda inatla sürdürdüklerini anlamaya çalışıyordum.
Ben hala anlamaya çalışıyorum…
Yıllar sonra, insanın tek, bir tek hayatı olmadığını, peş peşe eklenen birçok hayatı olduğunu ve çektiği acıların sebebinin de bu olduğunu yazan Chateaubriand’ı okuduğumda Mine Abla’nın bu hayatları birleştirmeye uğraşarak değil de ayırarak acı çekmekten vazgeçtiğini düşünmüştüm.
Hepimiz zaman zaman hayatın dönemlerden oluştuğunu, bazılarının bir daha dönülmemek üzere geride bırakıldığını fark ederiz. Üstelik geride bırakmak kimi zaman hafifletir.